25 Eylül 2025 Perşembe

SİMİT/BİR YOL HİKÂYESİ

Yayınlanma: 24.09.2025 09:53 · Yazar: Abdülkadir Demir

 

 

Yıllar evvel, Gürbüz Azak’ın bir yazısında okumuştum. Soğuk bir kış gecesinde kestâne kızartıp satan bir adamı anlatan arkadaşına, "Yoksa sen o adamdan 50 gram kestâne almadın mı" diye sormuş. Arkadaşı şaşırmış. Azak, şöyle demiş:

 

"Kışın soğuğunda, karın altında, gecenin o saatinde o adamcağız ekmek parası kazanmak için titreye titreye kestâne kızartsın da sen elli gram kestâne almadan oradan geçip git, olacak iş mi bu?"

 

Bu yazıyı, hiç ama hiç unutmadım. Özellikle soğuk havada nafakasını çıkarmaya çalışanlardan alışveriş yapmaya çalışırım. Anlatacağım hikâye ise çok daha başka. Çok üst düzey.

 

Ankara’nın, kar sebebiyle felç olduğu bir gündü. Yaşlı bir simitçi, soğuktan titreyerek tabladaki son simitlerini satmaya çalışırken yanına yaklaşan bir adam, “Hepsini verin.” dedi. Simitçi, tabladaki son simitleri henüz sarmamıştı ki başka bir adam yanaşıp, “İki simit verir misiniz?” dedi. Bu arada, iki müşteri tanış çıktı. “Sen al!”, “Yok hayır, sen al!” ısrârı fazla uzadı. İlk müşteri, diğerini kenara çekti. “Ben bitsin diye alacaktım. Al artık şu simitleri!” diye çıkıştı. Bunun üzerine ikinci müşteri, hepsini aldı ve diğerine de ikrâm etti. “Fütüvvet vermededir.” demiş, büyüklerden biri. Ne yiğitler var aşkolsun!

 

Yine Ankara’da Nejat Bilezikçi adında bir yiğit tanımıştım. Hayat hikâyesini yazmak nasib olmuştu. Geceleri simit ve ekmek fırınlarını dolaşır; satılmayıp kalan ne varsa toplar ve fakir mahallelere götürüp dağıtırdı.

 

Ben, bu insanları, “Modern Kolonizatör Türk Dervişleri” olarak görüyorum. Tıpkı, bin yıl evvelinin Horasan Erenleri ve Bâcıyân-ı Rûm’u gibiler. Vermekten yorulmuyorlar. Gönülleri fethediyorlar. Allah hepsinden râzı olsun!

 

Gelelim benim simite.

 

Simite hassâsiyetimi bilen rahmetli arkadaşım Kemal Çapraz, ne zaman vapurda karşılaşsak, “İtiraz istemiyorum!” diyerek çay ve simit ısmarlardı. O simitlerin tadı, hâlâ damağımdadır.

 

Geçenlerde böyle tadı damağımda kalan bir simit hikâyesi yaşadım.

 

Kocaeli ve İstanbul arasında sürekli seyahat ediyorum. Son seyahatimde yanımdaki koltuğa, benden büyük bir hanım oturdu. İstanbul’a oğlunu, gelinini ziyârete gidiyormuş. Bindiğimiz otobüs, İzmit tarafında yolcu almak için durunca muhakkak simitçi gelir. Ön kapıdan girer, arka kapıdan çıkar. Daha ön kapıdan girince acıktığımı fark ettim. Çantamı açtım. İnsanlık hâli işte. Nakit para yok. Yutkundum. Bu arada simitçi ilerledi. Yanımdaki hanım, iki simit aldı. İçimden, “Keşki ikram etse” diye geçirdim. Simitleri poşetinden çıkarmadı. Önüne koydu. Tekrar yutkundum. Herhâlde çocuklarına aldı diye düşündüm.

 

Biraz sonra poşetten bir simit çıkarıp uzattı. Tilkiye, “Seni tavuklara bekçi yapsak olur mu?” demişler. “Güldüğümden cevap veremiyorum.” demiş. Vallâhi öyle gülesim geldi. Yine de nezâketen teşekkür edip reddettim. Israrla uzattı. “Bir parça koparayım o zaman.” dedim. “Bunu sana aldım.” dedi, net bir sesle. Aldım ve bir güzel mideye indirdim. Bu hanım, simitten sonra öyle güzel bir sohbet ikram etti ki onu da gönlüme indirdim.

 

İkrama ikramda bulunmazsam huzursuz olurum. Harem'de indiğimizde bavullarımızı aldık. “Bir dakika bekler misiniz?” dedim. Yanımda çocuklara götürdüğüm kışlıklardan vardı. Bir paketi çıkarıp, “Buyurun lütfen! Karşılık değil. İçimden geldi.” dedim. Teşekkür edip aldı. O yoluna gitti, ben yoluma gittim.

 

Bir şarkıdan mülhem sözlerle bitireyim. Vermekten kim usanır, tadına doyum olmaz.

(İktibas)